Anane (Celal Nuri, 1917)

    Hüdavendigar Valisi İsmail Hakkı Beyefendiye ithafımdır.
    “Anane” kelimesini bu aralık tradition mukabili kullanıyoruz. Bu lafız hakkında bazı mertebe tetkikatta bulundum. Vakıa, “anane” harfi harfine tradisyon’u müfit değilse de kesret-i istimal ile artık o manada takarrür etmiş gibi görünüyor. Binaenaleyh bir mesele ihdas etmeden onun bu şekilde kullanılmasına devam etmeliyiz.
    Bu tavtie-i lisaniyeden sonra ananeyi biraz tarif tecrübesinde bulunalım: ârâ-i cariyeye nazaran anane doğru veyahut yanlış menakıbın ağızdan ağza, bir nesilden diğerine intikali, mazi ile hâlin hatt-ı vasıl ve temadisi, esalib-i mesai ve makalatın, turuz-ı efkar ve hissiyatın batnen-bade-batnın devamı gibi bir manayı ifade eder. Belki bu tarif bütün bütün efradını cami, yine belki kamilen ağyarını mani değildir. Bununla beraber sadıktır; doğrudur. Şu tariften bir netice çıkarabiliriz: anane şart-ı temadidir. Hatta anane adîmü’l-ihdas, mümteniü’l-icattır. Birkaç kişinin toplanıp bir “anane” itira etmeleri muhalattan olduğu gibi “ihya-i ananat” da müşkülattandır. Olsa olsa biraz gevşeyen ananeler vesait-i suniye ile takviyet bulur; işte o kadar.
    Görülüyor ki bir tarz-ı tefekkür veya hareketin anane payesini ihraz edebilmesi için ortada bir fasıla bulunmamak gerektir. Unutulmuş bir anane, artık bir anane değildir. Bir hatıradır; bir fıkra-i tarihiyedir.
    Fikri çok sivri bazı Fıransız erbab-ı ifratı, bir aralık, kadim — Gol — mezhebini, ananatını ihyaya tevessül ve teşebbüs etmişlerdi. Bu zatların beyannamelerini, akidelerini muhtevi risaleleri her nasılsa okumuş idim. Bir aralık, Paris’te, “Golculuk” azdı. Bir takım zevat Droid (= kadim Gol papazı) şekline temessül ettiler. Bembeyaz cübbeler, başlarında yapraktan dallar, ayaklarında sandallarıyla ortaya çıktılar. Bunların manzarası bir Nis veya Barselona karnavalını andırıyordu. Parisliler, bilhassa incelikleri, istihzaları, kahkahaları ile mütemayiz Paris’in taife-i nisası bu adamlar ile bir hayli meşgul oldular. Golcular, âlây-ı vâlâ ile Biretanya’ya, Roma’nın fethinden evvel rekzedilen sütunların bulunduğu noktalara gittiler; dualar okundu. İlaahirih. Fakat, sonra, Golculuk bütün bütün tavsadı, muntafi oldu. Bugün, onbeş yirmi sene evvel Opera Komik’te oynanmış bir meşhur piyesin ne gibi bir hatırası kalmış ise bu hareketin de zihinlerde ancak öyle bir izi bakidir. Birkaç sene sonra bundan da eser kalmayacaktır.
    Neden? Çünkü Fıransız milletinin artık nuhustin Gollarla hemen bir münasebeti yoktur. Fıransa’nın belli başlı muharrirlerinden ve Yahudilikten tenassur eden Artur Meyer’in çıkardığı Lö Golva gazetesinden başka, Fıransa’da, bir Gol döküntüsüne tesadüf edebilmek için — Litre — lügatinde uzunca bir seferi göze aldırmalıdır.
    Fıransız misali üzerine bir az duralım: Fıransa, lisanen Latin; mezheben İbrî; medeniyet itibarıyla ise Yunanîdir. Bu tarif Ernest Renan’ındır. Irkan Latinden ziyade Cermendir. Golva kanı ise şerâyîn-i Fıranseviyede hiç mesabesindedir. Belki Fıransızların urûkunda Golvadan ziyade Arap ve Berberi kanı vardır. Nitekim — bizzat tetkik ettim ve Sédillot’nun tahkikat-ı lisaniyesi güvahımdır — şimdiki Fıransızcada Golva, tam Golva cüzuru, cuvur-ı Araiyeden daha azdır.
    Fıransada Gol mabutlarının ananesi ihya edilemez; çünkü bunlar artık ölmüştür. Fıransanın Gol ile münasebeti laşeydir. Buna mukabil Olimpos’un bütün mabutları, nîmmabutları, sülüsmabutları, başta Zefes–Jüpiter olduğu hâlde bütün bütün ustureleri edebiyat-ı Fıranseviyede ebedzindedir. Niçin? Çünkü Fıransız medeniyet-i hazıresi Yunan medeniyet-i kadimesinin doğrudan doğruya bir veçh-i temadisir.
    Kezalik, Fıransa Hıristiyan ve Katolik olduğundan, bu mezhep de ananat-ı İsrailiyeden müştak bulunduğundan, elyevm, mesela Calut Fıransızlara ecnebi bir şahsiyet değildir!
    Bir üçüncü noktayı da tavzih edelim: Fıransa, lisanen, Latindir, Golva değildir. Bu dakikayı pek münasip, pek mülayim bir Golva kelime-i afilesinin Fıransız lehçesine ithali muhal derecesinde müteassirdir. Halbuki, büyük bir sühuletle, hatta tabiatıyla, bir Latin mastar veya madde-i asliyesinden müştak bir yeni Fıransızca kelime uydurabiliriz; biraz istimal ile bu lafz-ı nevin rütbe-i takarrürü ihraz eder.
    Ananenin tevakkufu, inkıtaı bir milleti öldürür. Zaten millet demek bir anananeyi temadi ettiren bir silsile-i beşeriyedir. Ananesiz millet mütesavver değildir. Lisansız kavim olamadığı gibi.
    Her ne vakit ananat gevşemiş, bir heyet, heyât-ı civariyenin ahlak ve adatına meclup olmuş ise, o, behemehal, tefessüh etmiştir. Bunun da sır ve hikmeti aşikardır: bir millet, millet olarak kendisini gösterebilmek için, behemehal, doğru yanlış bir takım hususiyata malik olmak iktiza eder. Onun mâ-bihi’l-kıvamı, mâ-bihi’l-bekası bu hususiyat, bu ananat ve lisanıdır. Onların zıya veya zevali milliyetin de indirasına işarettir.
    Akidesiz din, mantıksız fen, vezinsiz şiir, mühakemesiz tarih, hatsız hendese, rakamsız hesap, külfetsiz nimet, kâğıtsız kitap, maddeye istinat etmeyen renk, savta müstenit olmayan ahenk gayr-i kabil-i teakkul olduğu gibi ananesiz milliyet de olamaz. Anane, bir dereceye kadar, teşkil ve idame-i milliyette lisanın da fevkindedir: bir Amerikan, bir Avusturya, bir Belçika, bir İsviçre milliyetleri var, lakin lisanları yoktur. Kezalik lisanları müşterek olduğu hâlde Almanlar, Avusturyalılar, İsviçreliler; Fıransızlar, Belçikalılar, İsviçreliler, Kanadalılar; İngilizler, Amerikalılar; Danimarkalılar, Norveçliler ayrı ayrı milletlerdir.
    Mesalih-i milliyede, milletin takviyesinde, ilel-i milliyeye deva-saz olmakta ananatı daima ve daima göz önünde bulundurmak bir vecibedir.
    Ananenin de elzemi, lazımı, iyisi, fenası, mühliki, zararsızı vardır. Mesail-i maneviyede ifrat ve tefrit bünyan-ı içtimaiyi hedim veya tağlit edebilir. Ananeye karşı lakayt kalmak muzır olduğu gibi, ona ziyadesiyle merbut olmak da istikbali tebit, maziyi takrip, hâli teşviş eder.
    Anane ile oynamaya gelmez. Kezalik anane münakaşa da edilmez. Akıl ve ananenin alakası çok değil, azdır.
    Ananat gittikçe safvetinden tecerrüt eder.
    Bu makalemizde — nazariyat-ı mevcudeye müracaat etmeden — bir tecrübe-i kalemiyede bulunduk. Maksadımız afaki idi. Ona binaendir ki alelekser Fıransayı mevzubahis-i mukayese ettik. Karilerimiz ister ise aynı tatbikatı kendimiz üzerinde de yapabiliriz.
    Celal Nuri
    Celal Nuri. (17 Kanunuevvel 1332). Anane (M. A. Kara, Çev.). Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, 1(9), 163-165.
Osmanlı saltanatı bu dakikayı anlayamamıştı. Bilakis İslamlığa ve Türklüğe temessül eden Yakın Şarkın eski sakinlerini bile Avrupalılıktan uzaklaştırdı. Osmanlılık, Avrupa’nın ortasında bir Asya ihdas ve idameye çalışmıştı, dersek becadır.

Avrupalılaşmak ihtiyacı — ki ancak bu suretle yaşamak mümkündü — hakiki bir açlık gibi Osmanlılığın bünyesini kemiriyordu. Fakat devletin temelindeki sakatlık daima buna maniydi. Tasvir ettiğimiz halete intibaka kabiliyetsizlik denebilir. Devlet teşkilatı ve devletin sahabet ettiği kafa, muhafazakârlık, çalışmak ve yaşamak usûlleriyle Osmanlı milletlerinin ihtiyacatı arasında tezat mevcuttu. O devlet, o milletlere uyamadı; Osmanlı saltanatı Asyaî ve eski mahiyetini — belki meşur olmayarak — bir türlü unutamıyordu.

Bunun müvahecesinde, Osmanlılıktan ayrılan milletler, sabıkan tebaaları bulundukları saltanatın tuttuğu istikameti bıraktıklarından pek çabuk Avrupalılığa temessül ve yaşamak hakkını bu suretle ihraz ettiler.

Fikrimizi bir hulasaya raptedelim: Osmanlılık ile muhit ve resmen Osmanlı addedilen milletler arasında ihtilaf vardı; muhit, değişmez; binaenaleyh Osmanlılığın ya tav’an muhite inkıyat etmesi veyahut mağlup olması iktiza ederdi. Osmanlılık muhit ile uzlaşamadı; dağıldı…
Celal Nuri İleri'nin Türk İnkılabı'ndan (1926).

Edebiyat İlmi (Celal Nuri, 1917)

Edvar-ı kadimede ‘ümmi’ asla cahil demek değildi. Bir adam okumak, yazmak bilmemekle beraber pek mütehayyiz, pek tecrübedîde, — hatta, kelimeyi israf etmiyoruz — pek âlim ve belki de allame olabilirdi. Şuabat-ı marifet eski zamanlarda — fennen — idare edilmiyordu. İrfan, fennî tahlilata henüz mazhar olamamıştı. Binaenaleyh edebiyat ve fenniyat gelişigüzel gidiyordu. Bununla beraber gerek edebiyatta, gerek fenniyatta, âsâr-i salifede, pek değerli zevat zuhur ediyordu. Şu kadar var ki onaltıncı karn-ı İsevinin evailine doğru her şube-i marifet, hatta edebiyat tahlil edildi; muhtevi oldukları mevaddın her biri desatire irca olunmak istenir. Buna binaendir ki, bugün, romantik fünun olamaz. Büfon1 zamanında ilmihayvanat romantik veya edebî idi. Şimdi ise bu üslup ile hayvanata dair eser yazmak mümkün değildir. Kezalik edebiyat da, sırasıyla ‘klasisizm’den ‘romantizm’e ondan da ‘natüralizm’e münkalip olmuştur. Hulasa, edebiyat desatir ve kavanini de ilim olmak üzere tedvin edilmiştir. Kurûn-ı salifede fünun-ı harbiyeye vüfuku olmayan müsteit ve kabiliyetli bir zat pek büyük bir kumandan olabilirdi. Tarih bunların emsali ile doludur. Hatta diyebiliriz ki pek yakın bir zamana kadar hemen bütün cihangirler ve serdarlar hep kendi kendilerine yetişme idiler. Filvaki İskender-i Kebir, Aristetalis gibi bir feylesuf-ı vahîdin şagirdi idi; lakin, bu büyük asker, fenn-i askerîyi hiçbir üstattan taallüm ve tederrüs etmemiş idi.

Fakat bugün mektep görmemiş bir Hindenburg2 veya bir Jofer3 tasavvur olunamaz. Buna kıyasen, artık, mahza kendi kesp ve sayi ile bir Dante’nin, hatta bir Jan Jak Ruso’nun yetişmesi mümkün değildir. Hukemanın en başı bozuğu olan Niçe4 bile ulûm-i ilahiyede mütebahhir, Yunaniyatta üstatlık menziletini haiz idi. Hulasa, asrımızda alaylı âlim ve şair olamaz.

İddiamızı tekrar edelim: bulunduğumuz şu 1917 senesi içinde ulûm-ı edebiyeye, edebiyat-ı umumiyeye vakıf olmayan bir edibin, hatta — sadece — bir şairin; ‘konservatuvar’dan geçmeyen bir hanendenin; ‘atelye’lerde, üstat huzurunda taallüm etmemiş, mümarese görmemiş bir artistin muvaffak olabilmesi pek, pek, pek meşkuktür.

Fünun beynelmileldir, edebiyat ise, beynelmilel olmamakla beraber, usûl ve kavaid-i umumiye itibarıyla her yerde birleşiyor. Geçen gün, Osmanişer Loyd5 refikimizde üstad-ı musiki Lanke Bey muhtelif musikilerin reng-i millî ve hususilerini asla inkar etmemekle beraber dünyada musiki — vahittir — diyordu. Muhterem musikişinasın bu fıkrasını tazmin edelim: muhtelif edebiyat(lar)ın reng-i millî ve hususilerini asla inkar etmemekle beraber dünyada edebiyat da — birdir. Yani beşeriyet-i muasıraca kabul olunmuş edebiyatın hutut-ı umumiyesinin haricine çıkılırsa meydana konacak âsâr bir az safderunane olur.

Kezalik edebiyatın da — teassur6 — etmesi vacibattandır. Muasırlarımızdan birkaçı hâlâ Hoca Sadeddin Efendi’ye reşkâver olacak bir üslup ile mensurat, Baki’ye nazire olmağa layık manzumat vücuda getiriyorlar. Eğer bunlar münhasıran bir tuhaflık, bir nazirecilik, bir mukallitlik (pasticheur) dairesinde kalsa idi, pek o derece zararları olmazdı. Lakin, müellifleri, bıyık altından biraz gülümseyerek edebiyatın o vadide yazılmış şeylerden başka bir türlüsü olamayacağını, edebiyat-ı hazıranın safsatadan başka bir suretle telakki edilemeyeceğini iddia etmektedirler.

Birçok üdebamız, hatta meşahirimiz, henüz rationnel edebiyatın vücuduna kani değildirler. Bunların içinde pek güzel âsâr meydana getirenleri vardır. Camekanlarda hıfzedilen mertebanilere, çeşmibülbüllere, Beykoz billurlarına, elmastıraş evaniye, Çin tabaklarına, fağfur kâselere, incecik Acem seccadelerine şebih olan bu tıraşide edebiyat pek hoştur, pek latif ve zarif, şirin ve zengindir; lakin o kadardır!

Edebiyat-ı hazıramızı mütekamil bir lisana nakledecek olursak müthiş bir inkisar-ı hayale uğrarız! Bizim törpülenmiş cümlelerimiz, narin ibarelerimiz esna-i nakil ve tercümede düştükten sonra meydanda hiçbir şeyi kalmadığını görürüz. Sükut, sükut, büyük bir sükut bu üslubu tesciye eder. Aheng-i elfaz ortadan kalktıktan sonra büyük bir fikrî ve manevi ahenksizlik okuduğumuz fıkralara müstevli olur.

Fikir itibarıyla edebiyatımız racil ve hatta müflistir. Şinasi Efendi’den beri üdebamız bizde kaç fikir tevlit ettiler — hatta, biraz mütevazı olalım — kaç fikrin neşrine himmet buyurdular? Edebiyattan maksat, evvelbeevvel, efkârdır. Kelimat herhalde derece-i saniyede kalır. Manzumeler bile, lafzî birer — spekülasyon — oldukları halde yine fikre istinat etmek mecburiyetindedirler.

Edebiyatımız bir amatör edebiyatı mahiyetinden uzaklaşmıyor. Bir edibimiz, bir maksat tahtında değil, ya vakit geçirmek, yahut, bazen biraz azizlik etmek niyetiyle eline kalemi alıyor. Onun içindir ki edebiyatımızda ‘fantezi’ asıldır, üst tarafı fer’dir.

Edebiyat, henüz diyarımızda meslek ve sanat olmamıştır. Evliya Çelebi merhum, Seyahatname-i meşhurunda, esnaf alaylarını tasvir ediyor. Her tabaka, her sınıf halktan uzun uzadıya demgüzar oluyor. Bu alayın içinde erbab-ı kalemi aradık, aradık bulamadığımız gibi zaman-ı hazırda da bu taharriyata giriştik, maatteessüf yine maksadımıza nail olamadık.

Gariptir ki edebiyat ‘bir’ şube-i marifet, ulûm ve fünun ise ‘bir diğer’ şube-i irfan telakki ediliyor ve her ikisinin arasında bir nispet ve karabet aranmıyor. Bu, doğru değildir ve yalnız memleketimizde böyle telakki ediliyor. Edebiyat, her şeyden evvel, efkârın tarz-ı tavzih ve tespiti demektir, pek yakın zamanlara kadar bizde tarih bile pek o kadar edebiyat addedilmiyordu. Bir sabah kalemimiz meydana Ten’ın veya Mak Ole’yin külliyatı gibi bir silsile-i nefais koysa onun irâb-ı edebiyattan mahalli olmuyordu da, köhne, müptezel birtakım mevzulara dair müstefilün, failün yolunda bir şeyler düzen bir zat edebîlik fervesini lâbis oluyordu. Bu, büyük bir haksızlıktır.

Edebiyat, zannettiğimizden daha ciddi, daha müfit, daha mazbut, daha umumi, daha şümullüdür. Kalem marekesinde daha mücehhez olmamız arzu olunur.

Celal Nuri7

  1. Georges-Louis Leclerc, Comte de Buffon. ↩︎
  2. Paul von Hindenburg? ↩︎
  3. Joseph Jacques Césaire Joffre? ↩︎
  4. Friedrich Nietzsche. ↩︎
  5. Osmanischer Lloyd. ↩︎
  6. Asırdan. (Makalenin kendi dipnotu.) ↩︎
  7. Celal Nuri. (1917, Mart 26). Edebiyat İlmi (M. A. Kara, Çev.). Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, 1(10), 184-185. ↩︎

Okunasılar

Anane (Celal Nuri, 1917)

     Hüdavendigar Valisi İsmail Hakkı Beyefendiye ithafımdır.      “Anane” kelimesini bu aralık tradition mukabili kullanıyoruz. Bu lafız ...

Okunağanlar